Eski alışkanlıklarla da derneklerde eğitim, sınıfta tahta başında veya ekranda veriliyor. Sonunda da bir veda pikniği gibi sembolik bir çekim gezisi yapılıyor. Bu yolla fotoğrafçı olunamaz!
Yazar: Prof. Sabit Kalfagil
Bu değerlendirme ilk fotoğraf makinesine sahip olduğum 1952 yılından başlayan 62 yıllık bir deneyimin sonucudur. Sene 1952, Lise öğrencisiyim. Babamın makinesi bana kaldı. Arkadaşım Selçuk Akder’le birlikte onların çatı katı arasında karanlık oda kuruyoruz. İthalatın yasak olduğu yıllar. Agrandizör gelmiyor, iş başa düştü. Makineler 6×9, işimiz zor. İki bakır tas, bir parça su borusu, bir ahşap tahta ve iki parça opal cam, bir tenekeci ustasının yardımı ile yapılan montaj… Işık kutusu tamam. Altına bir körüklü makine bağlanınca sorun çözüldü. Bu agrandizörle ıslak karanlık oda macerası 1960’a kadar sürdü. O yıl ithalat açıldı. İlk kez Meopta agrandizörler geldi. Ama bu kez İstanbul’dayım. Evde karanlık oda yok. Gece pencereler battaniyelerle sıkı sıkıya kapatılıyor. Oda döşemesine bir muşamba seriliyor. Divan altından agrandizör ve küvetler çıkıyor. Geç vakte kadar baskı yapılıyor.
1965’de kendi binamızı yaparken küçük bir de karanlık olda yaptık. Artık orada daha uygun koşullar var. Bunu izleyen on, on beş yıl boyunca hafta sonları bazı genç arkadaşlar geliyor, birlikte fotoğrafa çıkıyoruz. Bazen Kumkapı’daki balıkçı barınağına gidiyoruz. Adres böyle olunca sanılmasın ki, Kumkapı meyhanelerinde keyif yapıyoruz. Tam tersine, öğle yemeği bile yemeden, bazen bir simitle akşama kadar ağır işçi gibi çalışıyoruz. Akşam eve dönünce de önceki haftalara ait banyodan dönmüş dialara, projeksiyonda bakarak eleştiriyoruz. Eleştiriler sürekli daha iyi nasıl olmalıydı üzerine. Bu gençlerden bazılar altı ay gibi kısa bir süre sonra “Fotos” gibi ancak bir portfolyo incelemesinden sonra üye kabul eden bir dernekte kabul gördü. Bazıları ilk sergilerini açtı. Hal böyle olunca sandım ki ben bu işi iyi öğretiyorum. Oysa 1979’dan başlayıp bugüne kadar devam eden otuz beş yıllık öğretmenlik deneyimim iki şey göstermiş oldu. Birincisi, iyi yetişmiş çocuklar için keramet bende değil kendilerindeymiş. Çünkü onlar yetenekli ve istekli idiler. İkincisi ise fotoğrafın örgün eğitiminin sınıflarda yapılması yanlıştır. Okullar yokken çaresizce uyguladığımız doğal yöntem daha doğruymuş. Nitekim örgün eğitim süresinde olanak bulup yaptığımız on beşer günlük Anadolu gezileri sonunda, (gezide hiçbir ders yapılmadığı halde) öğrencilerin önemli kondisyon kazandığını gördüm.
Bünyelerinde fotoğraf bölümü açan üniversiteler bu bölümü de resim, grafik gibi düşündüler. Örneğin Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde de, Marmara Üniversitesi’nde de kuruluşun alt yapısı sadece sağlanan bağışlarla gerçekleşti. Zaman içinde bırakın demirbaşları, sarf malzemeleri de güçlükle sağlanabildi. Çok sınırlı olanaklarına rağmen bir amatörün yapabildiği harcama kadar, devlet olanaklarının bir öğrenciye kullandırılmaması ve eğitimin sınıflara hapsedilmesi bu eğitimden devletimizin ciddi bir beklentisi olmadığı, bu bölümlerin sadece adının varlığı ile yetinildiği anlamına gelir.
Bu tür eğitim alışkanlığının derneklere de yansıdığı görülüyor. Buralarda verilen kurslara katılanlar genellikle iş güç sahibi oldukları için kurslar ancak akşam saatine bırakılıyor. Eski alışkanlıklarla da derneklerde eğitim, sınıfta tahta başında veya ekranda veriliyor. Sonunda da bir veda pikniği gibi sembolik bir çekim gezisi yapılıyor. Bu yolla fotoğrafçı olunamaz! Bir kursa gidip ehliyet alan kişinin hemen şoför olamayacağı gibi. Bu ancak 25-30 bin km yaptıktan sonra gerçekleşebilir. Kişi bu süreci yaşamamışsa bedelini çok acı bir biçimde öder. Yeterince kondisyon sahibi olamamış bir amatöre bu eksikliği çevresince pek ifade edilmez. Çevrede benzer durumda olanlar, birbirlerinin sırtını sıvazlayarak, körler ve sağırlar misali yaşayıp giderler. Bu kişiler, eğer gerçek bir fotoğraf işi yapmıyor iseler, bu eksikliğin kimseye bir zararı olmadığı söylenebilir. Ne var ki, derneklerin etkinlikleri Türkiye’nin fotoğraf platformunu temsil ediyor ve işlerin ortalaması Türk fotoğrafının seviyesini belirlemek gibi bir sorumluluk taşıyor.
Bu arada Açık Öğretim çerçevesinde de fotoğraf ve video dalının uygulamaya konulduğu görülüyor. Biz sınıflarda yapılan eğitimin bile yetersiz olduğunu söylerken böyle bir uygulamaya ne denebilir? Olsa olsa fotoğraf yapmak yerine, fotoğraf konuşmanın yerleştirildiği dünyamızın geleceği her halde böyle hazırlanıyor olmalı.
İlk kez 1950’lerde başlayan “mektupla eğitim”i alaya alan bir anekdot aklıma geldi. Paris’te yolda uygunsuz bir davranışta bulunan şoföre öteki şoför camını açarak bağırır “yahu ne yapıyorsun, ehliyeti mektupla mı aldın!” diye. İlgililere selam olsun.
YORUMLAR