Eğitimde Özelleştirme

Türkiye’de eğitim talebi gerçek midir? Yani okullar çocukların ve gençlerin gerçekten bilgi edinmesi ve iş öğrenmesi için midir?

Selfie’lerin geleceği
Fotoğrafın Beşiğindeki Fuar: Paris Photo
Sergiler

Yazı: Prof. Sabit Kalfagil

Türkiye’de eğitim talebi gerçek midir? Yani okullar çocukların ve gençlerin gerçekten bilgi edinmesi ve iş öğrenmesi için midir? Bu soruya gönül rahatlığı ile evet demeyi çok isterdim. Ama ne yazık ki cevap şöyle olmak zorunda… Çocuklarımıza iyi bir gelecek sağlayacak, bir işe yerleşmelerine yarayacak bir eğitim istiyoruz. Daha çok o dalın diplomasını istiyoruz. Çocukların okul öncesi terbiyesi ve eğitimi belki de en önemli kısmıdır. Bu kısım çoğunlukla atlanıyor. Ve çocuk okula başlayınca bu öğretmene ihale edilmiş oluyor. Çocuk odasını toplamakla başlayacak bir düzen eğitimini kaçırmıştır. Evde kendine düşen ve gücünün yeteceği bazı yardımları yapmaya alışmamış, sadece hizmet bekleyen alıcı bir huyla yetişmiştir.

green 1738220 1920 - Eğitimde Özelleştirme

Bugün sadece varoş kültürü almış kolay para kazanmış bir kesim iyi koşullarda yaşıyor. İyi semtlerde oturuyor. Ana baba gün boyu dışarıdadır. Anne konkende, baba çapkınlıkta, çocuk bilgisayar başındadır. Ana baba için bu çocuk bir harikadır. Çünkü odasında bilgisayar var, onlarda yoktu! Bu her türlü açığı kapatır. Bir ilkokul öğretmeninin bu açıkları kapatması zaten zordur, neredeyse imkansızdır. Bir kez okul öncesi eğitim eksikliğini kapatmak için vakit çok geçtir. Böylesine ilgisiz kalmış bir çocuğu beklenen biçimde eğitmek için ilkokullar yetersizdir, sınıflar kalabalıktır. Öğretmenlerin eğitimi eksiktir. En önemlisi toplumun yarıdan çoğuna egemen olan varoş kültüründen beslenen çocuklar kent kültürüne mensup ailelerin çocukları ile homojen olmayan bir ortamda birlikte yaşamaktadırlar. Bu karışım ve bu etkileşim iyi sonuç vermemektedir. Çocuklar bu kanalı izleyerek ortaöğretime geliyorlar. Bu aşamada sokağa egemen olan yargı; okul başkadır, hayat başkadır şeklindedir. Bazen bir devlet büyüğü bile televizyona konuşurken, “evlatlarımıza hayatta doğrudan kullanmayacakları gereksiz bilgiler yükleniyor” gibi, gereksiz acıma konuşmaları yapıp, gençleri eğitimden soğutuyorlar. Ya da başka bir riyakar mesaj, “evlatlarımız yarış atına döndü, boyuna sınavdan sınava koşuyorlar”. Sanırsınız çocukların incileri dökülecek. Evde ana babaların tavrı ise aynı yönde… “Yavrum dur ben yaparım, sen beceremezsin” şeklinde. Böylece bencil, kendine acıyan ve sürekli almaya alışık ve beceriksiz bir nesil yetişiyor. Bazı Anadolu fotoğraflarında görülür, 10 yaşında bir kız çocuğunun sırtına bağlanmış bebekle harman yerinde görüntülenmiştir. Pedagoglar bunun karşısında tam bir demagog ağzı ile acıma tiratları çekerler. Bana göre her çocuk kendi çevresinin özelliklerine bağlı olarak, ailesine yardımcı olmalı, sorumluluk almalıdır. Kızım sen dersine çalış, ben yaparım gibi alıştırmalar sonucu 20 yaşına gelmiş genç kız annesinin hazırladığı sofraya oturup yiyor, sonra kenara çekilip kahve bekleyen bir misafir gibi oluyor. Ya da evin oğlu alışverişe giden annesine veya babasına TV başından siparişler veriyor.

Vaktiyle Almanya’da 18’ine gelmiş çocuklarına karşı ana babanın tavrı “ya evden ayrıl, kendi geçimini sağla ya da masraflara katıl” biçiminde dile getirildiği zaman, bunu çok insani bulmadığımı anımsıyorum. Bugün bunun oldukça yararlı bir usül olduğunu düşünüyorum. Ya da Amerika’da gençler üniversite eğitimini ödeyebilmek için birçok yıl çalışıp para biriktiriyorlar. Amerikan düzenine hayran biri değilim, ama gençlerin lütfedip okusunlar diye ömür boyu ekmek elden su gölden ağırlanmasını, neredeyse 30 yaşına kadar ana kuzusu olarak, ailenin sırtına yük olmasını doğru bulmuyorum. Bunun zararı sadece yükü taşıyan aileye değil, çocukların kendisinedir. Böyle bir o genç o yaşa kadar hayatın gerçeklerinden uzak adeta bir akvaryumda yaşamaktadır. Bu durum sadece onun özel hayatı için değil, ayrıca mesleki hayatı için de ciddi bir eksikliktir. Toplumumuzun eğitimden beklentisi sadece diploma olunca buna ek olarak kimi devlet büyüklerinin, “büyük düşünün” şeklindeki telkini bizi tevazudan uzaklaştırınca haddini bilmez insanlar ülkesi olduk. Ben insanların gerçek bedensel, gerekse zihni bakımdan, yani yetenekleri bakımından eşit yaratıldığına inanmam. İnsanların her iki bakımdan da kapasiteleri farklıdır. Elbette bazıları toplumun beyni olacak ve bazıları da titiz uygulamaları ile toplumu inşa edeceklerdir. Herkesin beyin takımı adayı olması topluma iki yönden zarar verir. Birincisi kendini toplumun beyni sanan kişiler kazara karar mevkiine yerleşebilirler. İkincisi de uygulayıcılar alanı boş kalır. Bizde ana babaların hayalinde çocukları asla baret ve tulum giyip, ustalık, teknisyenlik yapmazlar. Hepsi bir sekreterden geçilen büyük bir odada büyük bir masa gerisinde, telefonla etrafa emir yağdıran bir konumdadırlar. Oysa piramidin tepesine yakın bu yerde alan oldukça küçüktür. Buranın adaylarının artması büyük çoğunluğun işsiz kalması demektir ki, bu Türkiye’de böyle bir işsizlik ordusu yaratmıştır. Sözüm ona işsiz beyin takımı ile karşı karşıyayız. Oysa piramidin altı bomboştur. Daha ziyade kalitesiz bir kalabalığın işgalindedir.

Bugün Türkiye’nin en büyük sektörü olan inşaat alanında hiçbir alt dalda eğitimli usta ve teknisyen yoktur. İşler 6 ay önce işe girmiş vasıfsız işçilerin elindedir. Herkesin sadece ve sadece yüksek eğitime talip olduğu ülkemizde devletin bu kurumları yeterli kapasitede tutması zordur.

Esasen benimsenmiş olan özel girişim eksenindeki politika doğrultusunda Türkiye’de iki kez 1970’lerde özel üniversite hamlesi yapılmıştır. 1970’lerde açılan yüksek okulları, 1980 devrimi sonrası devlet, fakir imkanlarını zorlayarak kamulaştırmış, kalan öğrencilerini devlet üniversitelerine yerleştirmiştir. Ben o yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürü idim. O yıllarda mühendis alımı için verdiğimiz ilana başvuranlarla birebir görüşme fırsatı buldum. Özel okul mezunu mühendislerin çoğunun ehliyetsizliklerine tanığım. Ama ülkemiz mühendislere sadece memuriyet yaptırdığı için, bu kişiler de şimdiye kadar mevcut içinde kaynayıp gitmiştir. Hatta bazıları ilişkileri sayesinde bakanlıklarda genel müdürlük gibi pozisyonlara yerleşmişlerdir. Sonraki dalgayı günümüzde yaşıyoruz. Bunların içinde bazı vakıf yönetiminde kurulmuş ciddi örnekler var. Elbette bu arada devlet üniversitelerinin zayıflaması yüzünden onların da başarısı belirginleşiyor. Ama birçoğunun salt ticari mantıkla yönetildiğini, öğrencilere memnun edilecek müşteriler gözüyle bakıldığını biliyoruz. Peki, ister özel ister devlet üniversitesinde olsun, yetersiz donanımla mezun olanların bu açığı belli oluyor mu? Türkiye’nin bundan gördüğü zarar anlaşılıyor mu? Hiç sanmam, çünkü Türkiye yetişmiş elemanını isabetli bir şekilde kullanmıyor. Onları bilgi ve yeteneklerini belli edecekleri yerde istihdam etmiyor. Türkiye’yi sokağın el yordamı yönetiyor. Öyle olunca bu istihdam yetersizliğini fark etmek mümkün değil. Çünkü çok asgari düzeyde hizmet alıyor sokağın el yordamıyla. Yol inşaatları yapılırken kaç kez topografik alet gördünüz. Bir yolda görülmesi normal olan yüzlerce kazıktan kaçına rastladınız. Hiç inşaat mühendisi gördünüz mü? Yağmur yağınca sular menfezlere mi gidiyor? Yoksa toplanıyor mu? Depremde yepyeni betonarme binalar neden yıkılıyor? Teknik kadroların zirvesine oturmada hangi performanslar etken oluyor? Yoksa ilişkiler yolu mu etken oluyor? Böyle olunca Türkiye’de özel okul olgusunun ayıbı elbette belli olmaz. Başka bir deyişle Türkiye eğitimli nüfusundan gereği gibi yararlanmıyor. Eğitimi için harcanan vakit ve nakit boşunadır. Türkiye sokağın el yordamı ile sürdürdüğü düzene tabidir. Bu yüzden eğitimin özelleşmesi, bir ticaret alanı haline gelmesi ve doğan rekabetin eğitim kalitesini düşürmesinden doğması beklenen zarar fark edilmiyor. Çünkü Türkiye esasen sahip olduğu kalite ve değerlerin çok altında yönetiliyor. Bu yüzden eğitimdeki bu düşüşün sonuca yansıması da hissedilemiyor.

Fotoğraf Dergisi 127. sayısında (Haziran-Temmuz 2016) yayınlanmıştır.

YORUMLAR

WORDPRESS: 0