Jürilerde fotoğraf üzerine konuşulmasını hiç onaylamıyorum. Çünkü konuşulduğunda söylenenlerin onu anlatmaktan ne denli uzak olduğunu ve konuşanın sözün çekiciliğine kapılıp nasıl bir girdaba sürüklendiğini üzülerek görüyorum. Fotoğraf dilini konuşabilen herhangi biri de bunu fark edebilir.
Yazar: Prof. Sabit Kalfagil
Bir fotoğrafın sayfalar dolusu yazıya bedel olduğu çok söylenmiştir. Günümüzde kimileri fotoğraf çekmek yerine bunu sayfalar dolusu yazıyla telefi etmeye çalışıyor. Çok eskilerden bir öykü hatırlıyorum: Lalası şehzadeye uzun uzun aslanı tarif ettiği için onu tanıdığını sanıyormuş. Günün biride saraya bir aslan hediye edilmiş. Herkes pencerelere çıkıp avludaki aslanı seyretmeye başlamış. Şehzade de balkona çıkıp aslana bakmış. Dönüp Lalasına ama bu aslan yanlış demiş.
Jürilerde fotoğraf üzerine konuşulmasını hiç onaylamıyorum. Çünkü konuşulduğunda söylenenlerin onu anlatmaktan ne denli uzak olduğunu ve konuşanın sözün çekiciliğine kapılıp nasıl bir girdaba sürüklendiğini üzülerek görüyorum. Fotoğraf dilini konuşabilen herhangi biri de bunu fark edebilir. Fark etmeyenler yeni bir fotoğraf değil ama yeni bir sinema filmi hayal ederler. Çünkü kullanılan dil, fotoğraf dili değil insanlığın çok daha önce sahip olduğu yazın dilidir.
Erkekler arasında söylenir “canı sıkılan şeytan çocuklarını becerirmiş diye” ama canı sıkılanlar daha çok kadınlardır. Annem evinin tertibini sıkça değiştirirdi. Dört köşesinde dört eşit odası olan ortada boydan boya sofası olan karnıyarık bir evde otururduk. Oturma odası mevsime göre yazları kuzey, kışları güneye giderdi. Bunun belli bir mantığı vardı belki. Ama oda içindeki mobilyaların tertibi de sürekli değişirdi.
Fotoğraf: Prof. Sabit Kalfagil
Ne kadar değişik bir yapı değil mi? Prag şehri adeta bir mimarlık müzesidir. 21. yüzyıl oraya böyle bir örnekle katılıyor. Bir yapıdan beklenen en temel özellik güvenilir olmaktır. İnsanın bu temel gereksinimi ile alay edercesine deprem geçirmiş ve yıkılmak üzere gibi görünen bir yapıyı sunmak hastalıklı bir ifade ihtiyacıdır diye düşünüyorum.
Her vakit söylerim. Modernizm, insanlığın yakaladığı ve ne yazık ki çabuk terk ettiği bir nimettir. Modernist görüşe göre her bünye işlevine göre biçimlenir. Bir balık, bir yaprak, bir kuş öyle olmaları gerektiği için öyle oluşmuşlardır. Günümüzde bir salon, bir yemek odası ve bir yatak odası binanın ayrı bölümlerindedir ve farklı biçimlenirler. Yerleri değişemez. Eğer mobilyalar doğru yerleşmişse onların da yerleri orasıdır ve değişmemelidir. Sakın bana “kime göre doğru?” gibi bir soru sormayın. Bu gibi sorulara sığınma ihtiyacı sadece kendini doğrularla bağlamak istemeyen yüzer gezer karakterler içindir. Tıpkı deniz anaları gibi yaşamayı tercih eden bu türe, ne yazık ki sanatçı geçinen bazı insanlar da dahildir. Yaratmayı salt değişiklikle olur zanneden bu kesimde sebepsiz ve yararsız değişiklikler yenilik sayılır. Eskilerin “müesses nizam” dedikleri oluşmuş düzen bir evrim sonucudur. Bundan kolayca vazgeçebilenler geçmişteki emeğe ortak olmamış ve nedenini anlamamış olanlardır. Baba mirasını ölçüsüzce savuran tembel mirasyediler gibidirler. Doğadaki her hangi bir organizmanın formu milyonlarca yıllık bir gelişimin sonucudur. Ortam ve koşullardaki değişikliklerin neden olduğu mutasyonların sonuç biçime yansıması bile yüzyıllar alır.
İnsanoğlu kendi ürettiklerini biçimlendirmekte kendini yetkili saymaktadır. İnsanın bir objeyi biçimlendirme yetkisine gerçekten sahip olması için onu biçimlendirecek doğal ve rasyonel nedenleri iyice özümsemiş olması ve yaratmak gibi çok ayrıcalı bir yetkiyi hak edecek ermişlik mertebesine ulaşmış olması gerekir. Yoksa içinde bulunduğumuz evren bir sınama yanılma evreni değildir. İnsanoğlunun bu yoldaki tercihleri bize hep yıkım olarak geri dönmüştür. Çevreye verdiğimiz zararı bir düşünelim.
Bugün peşine takıldığımız veya kurbanı olduğumuz tüketim ekonomisi benim burada eleştirdiğim “nedensiz değişimi” ilke edinmiştir. Hatta daha ileri giderek ne pahasına olursa olsun “değişim” ilkesi yerleştiriliyor. Tamamen başka bir bağlamda söylenmiş olan “değişmeyen tek şey değişimdir” özdeyişi, ısıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyor. Değişimin böylece kutsanması insanların mevcuttan çabuk sıkılmaları ve abuk sabuk yeniliklere talip olmalarına neden oluyor. Bunun tüketimi pompalamaya ve yeryüzünü kısa zamanda çöplüğe dönüştürmeye yaradığı ortadadır.
Modernizm öncesindeki daha çok biçimci kaygılarla yapılanmış mobilyalara bakınız. Onlar bile oldukça işlevsel sayılırlar. Sonrasında yaşanan modernizst dönem ürünleri ise büsbütün yapısalcı ve işlevseldir. Buna karşılık bugünkü çağdaş tasarımlara bakınız. Yapısallığa ve işlevselliğe göre biçimlenmek şöyle dursun bunları umursamayan ya da bilerek kafa tutan, akıllara zarar şeyler üretilmektedir. Salt değişik olmanın kutsandığı bu dönemin ürünleri gelecekteki akılcı dönemlerin temizlemekte zorluk çekeceği bir kirlilik olarak kalacağa benziyor.
40 yıla yakın bir süredir fotoğraf yarışmalarına jüri olarak çağrılırım. Çalışma ilkeleri ve yöntemler konusunda ne devletin ne de fotoğraf derneklerinin belirlediği kurallar hiç olmadı. Bugüne kadar yapılan binler hanesindeki yarışmada, suyun akarak yatağını bulması gibi kendiliğinden belli yöntemler kendiliğinden oluştu. Elbette bu oturmuş yöntemler, kişisel olarak bulunduğum jüriler için söz konusudur, diğerleri hakkında fazla bilgim yok. Bu konuda yaşadığım sadece bir iki istisna var. Onlar da gelip geçtiler. Burada sadece gülerek andığım bu istisnalar bereket ki tekrarlanmadı. Bir keresinde Ankara’da AFSAD’ın bir yarışma jürisindeydik. Jüri üyeleri sahnede bir banko gerisine oturtuldu. Yer bir konferans salonu idi. Seyircilerin önünde çalışılacaktı. Bir dernek yetkilisi konuştu. Jüriye nasıl çalışılacağını anlatıyordu. Her fotoğrafa sadece bir kez bakılacak ve not verilecek, fotoğraflar asla birbirleri ile karşılaştırmayacakmış. Bana göre bir jürinin en çok sakınması gereken şey ne pahasına olursa olsun bir değerin gözden kaçmasına ve hakkının yenmesine izin vermemektir. Bu yüzdendir ki biz jürilerde çıkarımsal bir yöntem izleriz. Fotoğrafları peş peşe turlarla defalarca görüp, kötülerini ayıklarız. Geriye iyileri kalır. Bu yüzden bizim yerleşik yöntemimize ters gelen bu yöntemi reddedip jüriden çekildim.
Bir keresinde gene Ankara’da Devlet Fotoğraf Yarışması’ndayız. Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı da jüride ve ev sahibi konumunda… Bu yarışmanın birinci tuhaflığı, katılan fotoğrafların çerçeveli olarak, sergilemeye hazır istenmesi idi. Sonuçta çeşitli çerçevelerden oluşan böyle bir serginin bütünlükten yoksun halini düşündüğüm için çalışma öncesinde Sayın Müsteşar Yardımcısı’na bu tercihin uygun olmadığını söyledim. Bir dakika dedi, elimden tutup beni bir fotoğrafın yanına götürdü. Yaklaşık 70x100cm boyutunda bir çerçeve içinde somun ekmek fotoğrafı idi. Çekilirken üzerine birçok jilet saplanmıştı. Çerçeve 10cm genişlikte paslı demirdendi. Üzerine 10cm boyunda yüzlerce paslı çivi kaynatılmıştı. Metalden bir kirpi gibiydi. Bana dönüp, “şimdi amacımı anladınız mı?” dedi. “Anladım”, diye cevap verdim. “Bu gibi densizliklere siz sebep oluyormuşsunuz.” Buz gibi bir hava esti.
Jüri çalışmaya başlayacaktı, fotoğraflar büyük salonda yere serilmiş. Karanlık, aydınlık yerlere dağıtılmıştı. “Şimdi” dedi müsteşar yardımcısı, “fotoğrafların başına gidip dolaşacağız. Herkes iyi bulduğu fotoğraflardan seçip alacak, sonra bunların üzerine konuşacağız.” Ben alışkanlıkla itiraz etim ve bizim turlar yaparak kötülerini eleme yöntemini önerdim. Fotoğraflar toplanıp, aydınlık bir yere getirilecekti ve biz jüri üyeleri arkamız pencereye dönük, bir masa kenarına dizilecektik. Karşı tarafta bir görevli fotoğrafları bir bir tutup gösterecekti ve biz de oylayacaktık. Bütün jüri üyeleri topluca “o bu yarışma bitmez” dediler. Hem kim tutacak, kim gösterecek… “Ben gösteririm” dedim. Ar belası razı oldular. Bir görevli fotoğrafları tuttu, gösterdi. Dört beş turdan sonra finale kalanlar belirdi. Onları da gizli oyla belirledik. Vakit ancak öğleyi biraz geçmişti. Akşama kadar bitmez dedikleri seçim, en adil biçimde sonuçlandı. Ondan sonra katıldığım bütün yarışmalarda bu ayıklama yöntemi, başka deyişle çıkarımsal yöntem fotoğrafın doğasına hep uygun bulunmuştur. Çünkü bu fotoğrafın üretilmesi de çıkarımsal bir yöntemle gerçekleşir.
İlk görüşte üstten iyilerini tutup, kenara koymakla kötülerini ayırıp, iyilerini bırakmak aynı yola çıkmaz. Çünkü bu ayıklamada çarpıcılığı olmayan iyi bir iki işin haksızlığa uğraması olasıdır. Önce en kötüleri, sonraki turlarda da daha az iyileri seçersiniz. Fotoğrafların hepsi en az 4-5 kez görülmüş olur ve geriye kalanlar gerçekten ortak beğeniyi yansıtır. Sonrası kapalı oylamadır.
Jüriler her zaman alışık olduğumuz belli isimlerden oluşmuyor. Bazen farklı eğilimleri olan arkadaşlarla birlikte oluyoruz. Bizim benimsediğimiz bu sakin seçim yöntemi onlara renksiz geliyor olmalı ki konuşma ve tartışma teklif ediyorlar. Ben bunu sakıncalı bulurum. Jürilere her üye tüm birikimi ile gelir ve seçimini hiç bir etki altında kalmadan yapmalıdır. Oysa dilin kemiği yoktur ve sözün amacın ötesinde etkileri olabilir. Bana göre bu tür tartışmalarda bir etkileme kastı olmasa bile sözün etkisiz olduğu söylenemez. Kaldı ki bu en azından sakince seçim yapmak isteyen birisine yönelik sözlü bir tacizdir. Tıpkı gün boyu cep telefonuma gelen ve bizi rahat bırakmayan mesajlar gibi… Değerlendirme toplantısında jüri çalışmasını renklendirmek adına yapılan değişiklikler olabiliyor. Seyirciye açık jüri bunlardan biri… Bu durumda ister istemez seyirciye göre davranmak, tıpkı tiyatroda olduğu gibi seyircinin algısını dikkate almak gerekiyor ve deyim yerindeyse çalışmayı bir şova dönüştürüyor. Jürinin asıl sorunu olan kimseye haksızlık etmeme sorunluluğu böylece tehlikeye girmiş oluyor. Performansa dönüşen böyle bir jüri çalışmasında etkili konuşma meraklısı üyelerin varlığı ile bu tehlike büsbütün sakınılmaz hale geliyor.
Bir keresinde İFSAK’ta uluslararası FIAP yarışmasında jüri üyesiydim. Biz her zamanki yöntemle çalışacakken dernek üyelerini de içeri alma teklifi geldi. Birkaç sıra halinde oturdular. Ama biz işimize baktık. Bir iki eleme turundan sonra ara verdik. Dışarı çıktığımızda dehşete düşmüş dernek üyelerinin düş kırıklıkları ile karşılaştık. Olası iyi fotoğraflara kıyamazken nasıl bazı fotoğrafları bu kadar çabuk elediğimizi anlayamamışlardı. Halbuki sorsanız o fotoğrafların sahipleri size o sahnelerle ilgili ne kadar dokunaklı hikayeler anlatırlardı. Bu yüzden o fotoğraflar onlar için ne kadar değerliydi. O yüzden aklı başında birilerinin dediği gibi, fotoğraflarınızı anılarınız zayıflamadan seçmeyin. Fotoğraflara önceden yüklenen bu değerlere olan bağlılığımız gerçek bir baş belasıdır. Fotoğraf bir dildir. Ne anlattığı ona bakarak anlaşılmalıdır. Anlaşılmıyorsa, başarısızdır. Bazı aracı meslekler onun namusunu kurtaramaz.
Yurdumuzda fotoğraf yarışmaları en az yarım yüzyıldan beri yapılıyor. Bugün yarışma jürilerinde birlikte olduğumuz benim kuşağımdan kişiler şimdilik hayattadırlar. Bu kadronun en az 40 yıllık birikimle oluşturdukları çalışma yöntemi, bir gelenek haline gelmiştir. İş bunun bir yönerge ile tesciline kalmıştır. Bu görev Federasyona düşer. Bu yöntem, yaşanan deneyimin süzgecinden geçmiş ve genellenmiş bir sonuç olarak hayatımıza girmeli ve tescil edilmelidir. Yoksa bugün pek de heveslisi olduğumuz sözüm ona özgürlükçü sanat akımını rüzgarı ile önünü ardını düşünmeden, parlak sanılan bazı fikirlerin uygulamaya sokulması tehlikesi vardır. Jürilerin en çok sakınması gereken tehlike, ilk anda çarpıcı görünmeyen bir fotoğrafın kolayca elenmesinden doğacak haksızlıktır. Öyle yarışmalar olmuştur ki, birinci turda hiç dikkati çekmediği için neredeyse elenmek üzere olan fotoğraf sonuçta ödül grubuna girmiştir. Bu yüzden sözüm ona jürinin işini kolaylaştırmak adına sanki “ilk görüşte aşk” egzersizi yapıyormuşçasına jürinin fotoğraflara sadece bir kez bakması gibi bir parlak fikrin çok büyük haksızlıklara yol açacağına inanırım. Kimi yarışmalarda böyle bir anlayışla sanki tezgahtaki elmaların irilerini seçer gibi en üstten bir grup fotoğrafı seçmek, işte ödül grubu budur, fazla yorumlayın demek yukarıdaki sakıncayı davet eder. Kimi jüriler değerlendirme toplantısının bir tür duruşma seansı olması yönünde heves taşırlar. Orada savcının ve avukatın performansları, nasıl hakkaniyetten çok sonuç almanın peşinde ise, bu tür fotoğraf jürilerinde kimi jüri üyeleri bu ortamı bir tür zafer kazanma alanı olarak görürler. Bana göre jürideki herkes orada sahip olduğu birikim ve sahip olduğu fotoğraf sağduyusu ile bulunmaktadır. Kimsenin oracıkta yeniden aydınlanmaya ihtiyacı yoktur. Kararını sükunetle vermeye ihtiyacı vardır. Tartışmalar ister istemez baskı yaratır ve ortamı gerer, yanılmalara sebep olur. Bazı jürilerde değerlendirmenin tuşlara basarak sessizce yapılıyor olmasını çok sağlıklı buluyorum. Ama işin böyle sessizce yapılıyor olmasını sosyal etkinlik açısından silik bulanlar, orayı bir mahkeme salonuna dönüştürmek ve bu işe bir tür şov lezzeti katmayı istiyor olabilirler. O zaman cihaz kullanarak kapalı bir oylamaya gerek yoktur. Herkes oyunu sözlü olarak ifade edip gerekçelerini dilini döndüğü kadar parlak bir ifade ile savunabilir. Tıpkı mahkeme salonundaki savcı ve avukat gibi… Böylece dinleyiciden zaman zaman alkış almak, hatta giderek tıpkı futbol karşılaşmalarında olduğu gibi taraftar tezahüratı sağlamak da mümkün olabilir.
YORUMLAR